Ali Rıza GÜLOĞUL / BELLEK-KADIKÖY
GALATA KÖPRÜSÜNDE YAŞAM ve İSKELELER
Bu bölümde amacım sadece iskeleleri anlatmak değil , Galata köprüsünü, oradaki cıvıl cıvıl yaşamı, ufak tefek anılar ve fotoğraflar eşliğinde hatırlamak.
Eminönünü Karaköyle birleştirmek için 5 defa köprü yapıldı.15. yy da Leonardo Da Vincinin projesi ile başlayan bu serüven asırlar sürdü.1845 de Valide Sultan tarafından yaptırılan ilk ahşap köprü çeşitli evrelerden geçmiştir. Ama bunlardan hiçbiri1912 de Almanların yaptığı köprü kadar İstanbulun simgesi olmadı.
Eski Galata köprüsünde olan şeylerin büyük bir kısmı şimdi de var dediğinizi duyar gibiyim , belki ama… O dönemin ruhu yok işte. Kahvede tahta taburede oturanlar yok , onların yerine yumuşacık armudi koltuklara gömülüp ya da şark köşesi dekoru içinde capucino içenler var. Turistik balık restoranları , eski salaş lokantalardan daha gösterişliler belki, ama eksik olan bir şeyler var bariz görünüyor. Günümüzde yeni yapılan hiçbir şey eskisinin ruhunu taşımıyor bu binalarda , şehir hatlarının gemilerinde , tramvaylarında , otobüslerinde de böyle…soğuk geliyor insanlara… Eğitim için gittiğim Almanya’dan 2 yıl sonra tatil için geldiğimde, evde anamın babamın ellerini öptükten sonra sokağa çıktım , benim arkadaşlarımı görmeye gittiğimi zannetmişler . bense doğru köprü altına gittim. İstanbul’a uzak kaldığım süre içinde özlemini duyduğum tek şey Haliç’in yosun kokusu ve martı çığlıkları idi. Nargile kahvesinin yanında oturdum uzun süre , köprü altının tozlu kokusunu , Haliç’in yosun kokusunu içime çekerken önümde döşeme kalasları arasından aşağıya oltasını sallayan çocuğu izliyordum.Merdivenlerin o kalabalığını satıcıların masa arasında dolaşmasını seyrediyordum hasretle martı çığlıkları arasında…
Bir zamanlar Eminönüne gelen bütün vapurlar Köprüye yanaşırdı. Eminönü iskeleleri yapılana kadar bu böyle sürdü. Bu nedenle köprü altı ve iskeleleri vapurların ve yaşayan İstanbulun kalbidir bence… daha 1900 lerde günde 150 bin insanın üstünden gelip geçtiği yer bir çarşı ya dönüştü. Köprü , altı , üstü yaşayan bir yerdi .
Türk siyasi tarihinin ilk gazeteci cinayeti burada işlendi, Hasan Fehmi burada vuruldu. Meşhur dolandırıcı Sülün Osman bu köprüyü onlarca kişiye sattı..
Yılmaz Erdoğan’ın anlattığı gibi “Köprü altında önüne bakmadan ilerleyen gece, içki bardaklarını, midye dolmaları kabuklarını, çiğ börekleri, çiğ köfteleri , telefon adres alışverişlerini, hesap ödemeleri, çıkması önlendikten sonra anlamsız bir sohbete yol açan kavgaları, turistlerle konuşurken heba edilen Türkçeleri , İngilizceleri, Almancaları ve “artık kapatıyoruz kovulmalarını birbirine düğümleyip bitişine kavuşuyordu.”
Galata köprüsünde durdum, sırtım Haliç’e, yüzüm Boğaza dönük yaslandım korkuluklara. Her şey Orhan Velinin “Beni bu güzel havalar mahvetti “ dizesini akla getiriyordu “ başımda eski alemlerin sarhoşluğu”
Köprüye bir mukavva kutu koyup üzerine oturan, bir kartona da “oğlum Nazım Hikmetin hapishanede çürümesine izin vermeyin, affı için sen de bir imza ver” diyen Nazım Hikmetin annesi ilk türk kadın ressam 70 yaşındaki Celile hanım 12 yıldır hapiste olan oğlunu kurtarmak isterken , yanından kafasını çevirmeye korkarak geçip giden eski büyük sevgili zamanın güçlü adamı Yahya Kemali hatırlatıyor bana bu köprü, vefasızlığı…
Galata köprüsünde korkuluklara dayanmış bu karışık düşünceler içinde İstanbul u dinliyorum. Herşey Orhan Velinin tarif ettiği gibi. Her şey , kuşlar, kayıklar tekneler, gemiler , insanlar kendi halinde.Kimisi balık ekmek satıyor teknelerde, kimisi taze balık plastik kaplarda, kimisi olta salmış balık bekliyor, kiminin misinaları birbirine dolanmış ayıracağım diye uğraşıyor, kimisi dümen başındadır açılacak denize, kimisi çözülen vapur halatını topluyor, herkes ekmek derdinde…
“Sermet Muhtar Alus da, 1900’lü yılların başlarında Kadıköy iskelesinin halini anlatırken Köprü’ye tahta bir merdivenle inildiğini söyler ve devam eder: ‘Etrafta ahşap, loş bir kıraathane, bir kaç manav, perukâr İspiro’nun, tütüncü Rumun, ötede şekerci İsmail Ağanın, kitapçı İranlı Nasrullah’ın derme çatma dükkanları vardı. Binbir ayağın arasına kimler karışmazdı? Ayaklı vapur tarifesi, [Buradaki] binbir ayağa kimler karışmazdı ki; gazete müvezzii kör Yahudi; kuruşa balık dolması satan palabıyık Ermeni; susamcı zifiri kara Revnak bacı; tablasının üstünde yüzlerce sinek uçuşan tatlıcı Ak Arap; kundura boyacılar, hamallar, dilenciler…’
İşportacısı, gelip geçeni boldu. Baloncu ,süpürgeci, suni çiçek satıcısı, şerbetçisi, hepsi geçerdi, kimi önünde tartı , meraklılara kilosunu söyler , kimi yeni çıkmış traş bıçağını, izleyenlerden birini bedava traş yaparak tanıtırdı.
Birikmiş meraklı gruplar arasında cepçiler de olurdu. Polaroid resim çektirenler de , kağıda mum sürüp resmi transfer edenler de , “bul karoyu al parayı” , “üç kart bir numara” diye müşteri arayan tombalacılar, seyyar arabalarda meyve , salatalık satanlarıyla köprü adeta bir pazar yeriydi.
Sağda solda balık tutmanın yasak olduğunu gösteren tabelalar da asılı olurdu ama buna ne tutanlar ne de balık kızartanlar itibar etmezdi. Leke çıkaran ilaç satıcıları, plastiğe lehim yapanlar , saat , gazlı çakmak, kantaşı , jilet , tırnak makası , tarak , güneş gözlüğü satanlar. İstanbulda Balık pazarından sonra en kaliteli meyvayı satan manav , dev adam uzun Ömer in piyango bileti gişesi , yanındaki vapur bileti gişeleri. Böyle bir yerdi köprü altı…
Ayakkabı boyacısı çocuklar dolaşır, taşradan gelenler dengini sırtlar giderdi. Bütün bu curcuna arasında herkes vaktinde vapuruna ulaşmaya çalışırdı.Akşam ada vapuru saatinde merdivenlerden iskeleye ayakların yerden kesilip havada uçarak inilirdi genellikle.
Bir yazıda Refik Halid mizahi bir dille, köprüde Kadıköy vapuruna binmenin güçlüklerinden yakınır: ‘Vapura binmek için otuz sekiz derece hararet içinde yüzlerce kişinin haşlama kestane gibi dumanlar salıverdiği iskelelerde hamallarla pehlivanlar gibi güreşmek, küçükçe çocukların başlarından cambazlar gibi fırlayıp geçmek, şilte hararlarının, pirinç kazevilerinin [bir çeşit sepet], un çuvallarının, yağ fıçılarının üzerine gemi kazazedeleri gibi tırmanmak ve sakallı bir efendinin nasırına basıp azarlandıktan, şıkça bir hanıma bilmecburiye fazla sokulup âlâ bir şemsiye yedikten sonra, çocuğun elindeki bastonu eskaza koparıp kaçayım derken halata takılarak vapura, saçma yemiş bir tavşan gibi dört takla atıp girmek mecburidir.”
Eminönü sahilinde iskeleler yapılana kadar yaklaşık 30 yıl kadar Galata köprüsünden belli iskelelerden, belli yönlere yolcu taşınırdı.Köprü ortasından teknelerin geçmesi için adeta ikiye bölünmüş gibi idi. Bu nedenle Köprü , Eminönü tarafı , Karaköy tarafı diye tarif edilirdi.
Galata köprüsü Eminönü tarafından Boğaz hattı vapurları kalkardı , Karaköy tarafından ise Kadıköy-Adalar ve Yalova vapurları kalkardı.
“Sermet Muhtar Alus da, 1900’lü yılların başlarında Kadıköy iskelesinin halini anlatırken Köprü’ye tahta bir merdivenle inildiğini söyler ve devam eder: ‘Etrafta ahşap, loş bir kıraathane, bir kaç manav, perukâr İspiro’nun, tütüncü Rumun, ötede şekerci İsmail Ağanın, kitapçı İranlı Nasrullah’ın derme çatma dükkanları vardı. Binbir ayağın arasına kimler karışmazdı? Ayaklı vapur tarifesi, [Buradaki] binbir ayağa kimler karışmazdı ki; gazete müvezzii kör Yahudi; kuruşa balık dolması satan palabıyık Ermeni; susamcı zifiri kara Revnak bacı; tablasının üstünde yüzlerce sinek uçuşan tatlıcı Ak Arap; kundura boyacılar, hamallar, dilenciler…’