Yazan: Demet TANER
Okulumuz; 1950 yıllarının ortasında, göz alabildiğince yemyeşil tepelerin, kırların uzantısında, Küçük Çamlıca’ya yakın, görkemli bir köşktü; meşhur Ahmet Ratip Paşa Köşkü. Bu köşk 20. Yüzyılın başlarında, Ahmet Ratip Paşa tarafından mimar Kemalettin’e yaptırılmıştı. Meşrutiyetin ilanıyla; ‘İnas Sultanisi’ adıyla kızlara ait bir okula dönüştürülmüş, Cumhuriyetin ilanından sonra ise ‘Çamlıca Kız Lisesi’ adını alarak hizmet vermeye başlamıştı. Cumhuriyetin ilk yatılı kız okullarındandı.
Bu okulda geçirdiğim yıllar içinde bende derin izler bırakan, özlemle andığım, lisenin son sınıfıydı. Dışarıdan bakılınca kolay bir yıl sayılmayabilirdi. Sene sonunda bitirme sınavları vardı ve o yıllarda matematik ve kompozisyon soruları bütün liselere Milli Eğitim Bakanlığı tarafından gönderilirdi. Ayrıca üniversiteye hazırlanmak için de daha çok çalışmak gerekiyordu. Ben fen kolunda öğrenci olduğum halde, edebiyata olan yatkınlığımdan dolayı, lisenin ‘Kültür ve Edebiyat Kolu Başkanlığı’na seçilmiştim. İlkbaharda bazen bütün sınıf kırlara çıkardık. Bir edebiyat dersinde kompozisyon ödevi olarak o kırlarda gördüğümüz tek başına bir evin, bizde ne gibi çağrışımlar uyandırdığını yazmamız istenmişti. Henüz test soruları devri başlamamış olduğundan, düşünmek ve düşündüğünü kelimelerle ifade edebilmek önemliydi. Her gün dersler sona erdiğinde, bir belediye otobüsü, yalnızca öğrencileri alıp, Kadıköy’e kadar götürmek üzere okulun önündeki durağa gelirdi. Zaten bizim duraktan başka, yukarı Küçük Çamlıca’ya kadar yalnızca tek bir durak daha vardı.
Okulumuzun her zaman kapalı duran dış kapısından içeri girildiğinde, iki yanını ağaçların gölgelediği ortadaki yolun bitiminde, bütün görkemiyle beliren okul binası, anlı şanlı Ahmet Ratip Paşa köşkü bizi karşılardı. İki yanındaki mermer, oymalı korkulukların arasındaki, geniş mermer basamaklardan yukarı çıkılır, giriş kapısının önündeki boşlukta, bazen de basamakların üzerinde, okulun fotoğrafçısı her fırsatta poz poz resimlerimizi çekerdi.
Ana kapıdan içeri girince önümüze çıkan manzara, eski tabirle köşkün selamlık bölümü, sanki bir sarayın balo salonuna açılıyormuş gibi göz kamaştırıcıydı. Saray diyorum, çünkü tavandan sarkan kocaman heybetli avize için, bir benzerinin Dolmabahçe Sarayı’nda olduğu söylenirdi. Bu kocaman salonun tam karşısındaki sağlı sollu merdivenlerin tırabzanları ise, Almanya’dan getirtilmiş ‘Bakara’ kristallerinden yapılmıştı. O zamanki konuşma dilimizde “billurdandı”. Alt uçlarında ise ayaklı kristal lambalar bulunurdu. Bu merdivenlerin arkasındaki yarım katta bulunan geniş yüksek pencerelerden gelen ışık huzmeleri, billur camların üzerinde optik oyunlar oynar, tavandaki avizenin yüzlerce kristal parçacıklarıyla, adeta göz kırparlardı. Bu merdivenlerden bir kat yukarıdaki kütüphane katına ulaşılırdı. Biz öğrenciler ise bu kata buradan değil, binanın yan tarafındaki bir üst kapıdan girebilirdik. Alttaki avizeli salonun kenarlarındaki kapıların ardında; müdür, müdür yardımcıları ve öğretmen odaları yer alıyordu. Salonun sağ ve sol yanında ise içerilere açılan iki kapı daha vardı. Soldaki kapıdan girildiğinde fizik laboratuvarı, ofis odaları, yatakhaneye çıkan ve alt kata yemekhaneye inen iki merdivene, sağdaki kapıdan girildiğinde ise; biyoloji laboratuvarına, dersliklere, gene yukarı ve aşağıya giden merdivenlere ulaşılırdı. Kimya laboratuvarı alttaki yemekhane katındaydı. Bu kattan bahçeye çıkılırdı. Gene bu katta bahçeye bakan küçük oda ise fen kolunun sınıfıydı. Biz bu sınıfta tam 16 kişiydik. Üst kat ise revir ve yatakhaneye ayrılmıştı. Sokak kapısından girişte bahçenin sağ tarafında sırayla; bizim lise yıllarımızda yapılan konferans ve toplantı binası, resim atölyesi ve jimnastik salonunun yer aldığı birbirinden uzak üç yapı, ayrıca voleybol ve basketbol sahaları vardı. Konferans salonunda piyano olduğundan müzik dersini de burada yapardık. Jimnastik salonunun ucundaki sahnede yılsonunda tiyatro kolu temsiller verirdi. Ben de üst üste iki yıl o oyunlarda rol aldım. Son sınıfta İngilizce bir oyun sahneye konmuş, benim rolüm ise Yunan mitolojisindeki bereket tanrıçası ‘Demeter ’ olmuştu. Ara sıra yatılı öğrenciler için filmler gösterilir, bizler de izlerdik. Chopin’in hayatını izlediğimiz bir filmi hiç unutmadım.
Çok değerli öğretmenlerden dersler gördük. Hayata bakışları da birçok konuda bizlere rehber oldu. Onların sayesinde, kendi değerlerimizin farkına vardık. Atatürk’ün deyişiyle hepsi de ‘İrfan Ordusu’nun birer neferiydiler. Ben lise son sınıftayken, gün sonunda dersler bitince eve gitmez, kültür kolunun gerçekleştireceği aktiviteleri hazırlamak için, birkaç saat daha okulda kalırdım. Bu çalışmalarımız çoğunlukla cumartesi günleri öğleden sonra olurdu. Hafta tatili o yıllarda, cumartesi günleri saat birde bayrak töreni ve istiklal marşının söylenmesinden sonra başlardı. Kültür Kolu Başkanı olduğumdan, İstanbul’daki belli başlı kız ve erkek liselerinin Kültür Kolu Başkanlarını tanırdım Bir araya gelir, yapacağımız toplantıların içeriklerini kararlaştırırdık. O yıllarda şiir matineleri çok revaçtaydı. Bu toplantılar çoğunlukla Galatasaray Lisesi’nin konferans salonunda ya da bizim okulun toplantı salonunda olurdu. Başka liselere gittiğimiz da olurdu. Edebiyat öğretmenimiz hem bizim hem de Üsküdar Amerikan Koleji’nin öğretmeniydi. Üniversite tahsilini Almanya’da tamamlamış, kültürlü, özgür ruhlu, çok aydın bir kadındı. Ben onu severdim, o da beni. En çok da onun özgür fikirlerini, kız ve erkek bütün arkadaşlarımıza eşit ve dostça davranışlarını beğenirdim. Okulumuzda oluşturduğumuz liselerarası bir şiir matinesinde, müzik ve edebiyat tutkumu aynı anda kullanmış, okunacak şiirlerin ruhuna uygun gelecek şekilde bildiğim müziklerden seçkiler yapmış ve okulun müzik sisteminden yararlanarak şiirlerin arka fonunu zenginleştirmeye çalışmıştım. Öğrencilerin hazırladığı bu toplantıların dışında, bazı hafta içi günlerde önemli ve ünlü misafirlerimizi ağırlardık. Bahçedeki konferans salonu ağzına kadar dolup taşardı. Gene böyle önemli günlerden biri de, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Ruşen Eşref Ünaydın’ın okulumuzu ziyaret etmeleriydi. Bildiğim kadarıyla ilk kez köşkün avizeli salonu bu toplantı için hazırlanmış, öğrencilerin oturacağı iskemlelerin önüne misafirler için koltuklar konulmuştu. Onların konuşmalarından sonra, ben de öğrenciler adına Atatürk ve devrimleri üzerine konuşmuştum. Hiç unutmadığım; Yakup Kadri Bey’in ayağa kalkarak beni kutlaması, onurlandırması olmuştu. Yılsonunda sınavlar bitmiş, sıra diploma törenine gelmişti. Oradaki konuşmamda, okuldan ayrıldığım için nerdeyse liseyi bitirdiğime sevinemediğimi dile getirmiştim. O yıllarda çeşitli okullardan tanımış olduğum arkadaşlarımdan bazıları ilerleyen yıllarda şair, yazar, üniversite öğretim üyesi, bazıları gazete köşe yazarı, bazıları ise önemli yerlerde yönetici, başkan olmuşlardı. Bu gün bile o yıllardan kalan dostlarla arada bir buluşup, toplanıyoruz.
Sonraki ders yılında, üniversite yaşamı başladı. Soğuk taş duvarların arasında yapılan dersler, sabahtan akşama kadar devam eden laboratuvar çalışmaları, bütün vaktimi alsa da ruhumu doyurmaya yetmiyordu. Tek kazancım ise, ömür boyu sürecek, yeni arkadaşlıklar olmuştu. Zamanla hayat değişti. Meslek edindim, çalıştım, başka disiplinlere yelken açtım. Büyük mutluluklar da, acılar da yaşadım. Her zaman sanatla, kültürle zenginleştim. Lise yıllarımın o mutlu günlerini ise hiç unutmadım.
Duyduğuma göre; Küçük Çamlıca’da çok değerli bir yüzük taşı gibi parlayan Çamlıca Kız Lisesi, bu tarihi ve estetik değer, zaman içinde adeta yağmalanmış, o muhteşem avizesi, kristal tırabzanları, masif ahşap kapıları sökülmüş, kolu kanadı kırık bir halde kendi haline terk edilmiş. Bütün bunları öğrendikten sonra duyduğum öfke ve kederi; şimdi sadece belleğimin bir yerinde duran, eski ama değerli anılarım teselli ediyor. Ve ben, günün birinde; tarihe, estetiğe, kültür ve birikime saygılı birilerinin çıkıp, o köşkü aslına uygun bir biçimde yenileyerek, bir ‘Kültür Merkezi’ olarak yaşama kavuşturmasının hayalini kuruyorum…
Demet Taner