DEMET TANER / BELLEK-KADIKÖY
Çocukluğumun Kadıköy’ünde bende derin izler bırakan semtlerden biri de Yeldeğirmeni’dir. Anneannem ve büyükbabamın oturdukları Uzun Hafız Sokağı, dik bir yokuşla rıhtıma inen dar ve uzun sokaklardan birisiydi. Yokuşun tam dikleşmeye başladığı yerde bir Havra bulunuyordu. Belki de bu nedenle, sokağın tek tük apartmanlarından birisi olan bitişiğimizdeki konutta olduğu gibi çevrede Musevi vatandaşlarımız otururdu. Her evin kendine has bir karakteri olduğunu ve hiçbirinin diğerinin kopyası olmadığını anımsıyorum. Öyle olsa da, sokağa şöyle bir bakıldığında aralarındaki bütünlüğü bozmayan bir ahenk, bir uyum göze çarpardı. Bu gün düşünüyorum da, 19. YY sonlarında, İstanbul’un bazı semtlerine damgasını vurmuş olan Art-Nouveau mimarî tarzının izlerini burada da görmek mümkündü. Bu tarzdaki kimi yapılar, sokağın açıldığı, bir ucuyla Haydarpaşa’ya, diğer ucuyla Talimhane’ye uzanan ana caddede tek tük de olsa varlığını korumaya devam ediyorlar. Caddenin Talimhane ile birleştiği yerde ise; göz dolduran heybetli yapısıyla, Tanzimat döneminden kalma Gazi İlkokulu yer alıyor. Ana cadde günümüzde Karakolhane Caddesi olarak anılıyor.
Bizim evin sokağa bakan yüksek tavanlı koskocaman oturma odasının tam ortasındaki dikdörtgen çıkmanın kenar penceresinden deniz görünürdü. Benim bir mutluluğum da buradan karşı kıyıya giden vapurları seyretmekti. Aslında her evin denizi gören bir penceresi vardı. Karşımızdaki evlere dalıp gittiğimde, her hanede ayrı bir yaşantı olduğunu düşünsem de, hayallerim hep bu sokağı aşardı. Büyüdüğümde karşı kıyıdaki hayatlara karışmanın hayalini kurardım. Oralarda ne mutluluklar vardı kim bilir?
Büyüklerimize ait bu dört katlı ev, birkaç basamaklı merdivenle sokak kapısının bulunduğu pencereli bir sahanlığa çıkardı. Kapıdan girildiğinde ise, dar bir antreden sonra, yine bir kapıdan, biri aşağıya inen, diğeri yukarıya çıkan iki merdivenin yer aldığı geniş, karanlık bir hole geçilirdi. Bir Rus Madamla kızı ve torunu, alttaki iki katta kiracı olarak oturuyorlardı. Üstteki iki katta ise bizimkiler yerleşmişlerdi. Alt ve üst katı ayıran geniş helezoni merdiven duvar vazifesi gören bir camekan ve bir kapıyla üst katlara ulaşıyordu.
1950’li yılların sonuna doğru yıkılan bu evlerin yerlerine yapılan beton yapılardan bizim ev de nasibini aldı. Ben, ne yerine yapılan apartmanı, ne de bu sokağı bir daha görmedim. O sokaktan kalan bir güzel bir çocukluk anım da, iki ev aşağımızda oturan benimle aynı yaştaki bir arkadaşımın evlerine gitmek olmuştu. Bu evde ilk kez gördüğüm tavan resimleriyle adeta büyülenmiştim. Çiçek miydi yoksa başka figürler miydi pek hatırlamıyorum. Ama çocuk gözümle, bana neredeyse bu günkü apartmanların salonlarından bile daha büyük görünen misafir odasında, ince uzun pencereleri yarı yarıya örten kalın kadife perdelerin aralığından loş odayı şöyle bir aydınlatan ışık huzmesi, duvar diplerindeki ahşap saksılıkların içindeki çiçeksiz ama yemyeşil yapraklı bitkiler, o anda zihnimde çektiğim fotoğrafla bu gün bile taptaze olarak belleğimdeki yerlerini koruyor. O ev ve benzerleri, adeta zaman aşımına uğrayan güngörmüş bir yaşlının, özgüven ve uzun geçmişinin hak ettiği bir gururla, kendisine çok yakışan görkemli bir koltukta oturması gibi, zeminlerine yakışarak oturuyorlardı. Vakarla ve saygıyla… Günümüzün, sanki okul üniforması giymiş gibi birbirine benzeyen, hayal gücümüzü zorlamayan beton binalarından nasıl da faklıydılar.
O günlerden kalan bir anım da, 1951 ya da 52 yılı olmalı; evin arka bahçesinde kardeşimle oynarken, sanki kulağımızın dibinde patlayan korkunç seslerden korkup koşarak içeri kaçmamızdı. Sonradan büyüklerimizden öğrendiğimize göre, Yunan Kral ve Kraliçesi İstanbul’a gelmişler ve 21 pare top atışı ile karşılanmışlar…
Yazmadan geçemeyeceğim. Bu gün de varlığını sürdürmekte olan iki yapıdan söz etmek istiyorum. Bizim sokağın paralelinde, Haydarpaşa tarafındaki sokaklardan birinin başında, küçük ve sevimli bir meydan vardır. Orada 1. Dünya Harbi sırasında Fransızlardan kalma, dönemin Avrupa mimari tarzında, eskiden biri okul, diğeri ise kilise olan iki yapı bulunuyor. Önceleri Fransızca eğitim veren okul, benim gördüğümde Kemal Atatürk Orta Okulu olmuştu. Kilise ise günümüzde, Kadıköy Belediyesi’ ne ait Konser Salonu olarak hizmet görüyor. Burada ne zaman bir konser dinlesem, seslerin güzelliği mimari estetikle birleşince içimi tarifsiz bir hazla dolduruyor. Geçmişle bu gün, bu günle gelecek, zamansız bir güzelliğin ortak paydasında beni, düşler dünyasının derinliklerine savuruyor. Yokuşun hemen başındaki bu meydanı geride bırakıp, Yeldeğirmeni’nin ana caddesine çıkıldığında, önünde bir bahçesi olan yine eskiden kalma bir yapı, bildiğim kadarıyla ilk kurulduğu günden beri kız çocuklarına ait bir yetimhane olarak varlığını sürdürüyor.
Düşünüyorum da, İstanbul öyle bir şehir ki, değil bir semtinden, her sokağından bile geriye ne kalmışsa, görebilen gözler için tarih fışkırıyor. Ve her sokak kendisini yazacak birilerini arıyor…
Demet Taner