DEMET TAMER / BELLEK-KADIKÖY
Bu öykünün yazılış süreci, Haldun Taner‘le birlikte yaşadığımız Mühürdar sahilindeki bir apartmanının 3. Katından; deniz, kuşlar, insanlar, karşı sahil ve görünen her şeyin öykülendiği bir zaman sürecine rastlar. Öyküyü okurken ve üzerinde konuşurken; gözümde o zamanki evimiz, salonun şekli, Taner’in oradaki çalışma masası, koltuğu, kitaplığı ve oturduğu koltuktan görebildiği her şey, somut olarak benim de gözüm de canlanıyor. Benim farkım; yazarın gördüğü her şeye getirdiği yorum ve bakış açısı, engin bilgisi ve derin sezgisiyle, bütün bunları bir araya getirerek oluşturduğu öyküleme biçimi. Bütün o yorumlar benim için o anda, o mekanda sanki yazısını bitirmiş de kahvesini yudumlarken, karşılıklı konuşuyormuşuz gibi bana yakın.
Taner’in, o üçüncü katı; olgunluğa erişmiş birinin, yaşamın öğrettiği her türlü sorunları bilen, kül yutmayan, görünenin altındaki görünmezi gören bir simge gibi kullandığı görülür. Bu kattan bakılınca yaşamın tecrübeden geçmiş, süzülmüş bilgeliğiyle, her şeyi olduğu gibi görmek mümkündür. Sabahı herkesten önce yakalamak için erkenden kalkar. Mutlak bir sessizlik içinde ara sıra, yalnızca uzaklardan, bir takanın ‘’surdinleşmiş’’ sesi duyulur. Biraz sonra deniz kuşları birer birer kanat çırpmaya, kıyıya yakın kayalıklar üzerinde aralarında oyun oynamaya başlarlar. Bu oyunlar içinde bir hiyerarşi, bir güç gösterisi, bir köşe kapmaca sezilir. Kara kuşlari ise onları uzaktan seyreder. Kargalar güvercinler denize yaklaşmazken, martılar onların bulunduğu yerlere de konar. Bu sanki aralarında varılmış bir anlaşma gibidir. Belki de kıyasıya bir savaştan sonra kazanılmış bir haktır.
Güneş ortaya çıkmaya başladığında, aşağıdaki yoldan okula giden öğrencilerin sesleri duyulur. Yazar, oğlanlarla kızların arasında olabilecek her durumu, her yaşa uygun olarak düşünür, öyküsüne katar. Sonra sırasıyla işine gidenler, onların iş dünyasında başlarına gelebilecekler, kendilerine emanet edilen küçük çocukları gezdirmeye çıkan yaşlılar, köpek gezdirenler; başbaşa denizi seyreden aşıklar, her biri kendi iç dünyalarıyla öyküdeki yerlerini almaya başlarlar. Sanki kuşların dünyasındaki çekişmelerle, insanlarınki arasında benzerlikler vardır. Bir küçük tekne kazasının öncesi ve sonrasındaki insan davranışları dikkatini çeker. Aklına insanlık hallerini anlatan özdeyişler gelir. Bu düşünceler onu tragedyaların özünü anlatmaya götürür .
Güneş karşı kıyıyı iyice aydınlatmaya başlayınca; sırasıyla Topkapı Sarayı, Aya irini, Süleymaniye, Ayasofya, Beyazıt ve Sultanahmet görülür. Yazar bütün bu değerleri yaratan mimarları tek tek andıktan sonra, hiç ayrım yapmadan, hepsinin ellerinden öptüğünü söyler. Hayatın geçiciliğini vurgulayarak, hazır önümüze çıkmışken bütün bu görüntüleri içimize sindirmeyi ve her anı değerlendirmemiz gerektiğini anımsatır.
Apartmanın taraçasında ise, sadece bulutlar ve engin denizden başka bir şey görülmez. Orası ermişlere mahsus bir Nirvana alemidir. Birinci kat ise umutlarla ve düzayak gerçeklerle doludur.
Başka bir gün, apartmanın hemen önündeki dik yamaçtan aşağıdaki kıyıya iner. Kıyıdan ne bir yol, ne de apartmanın üçüncü kat penceresi görülmektedir. Güneş kıyıyı iyice ısıtmıştır. Orada gördüğü bir kaplumbağanın, güneşin tadını çıkartmaktan başka hiçbir tasası olmadığını düşünür. O sebep sonuç ilişkisi nedir bilmez. Ön yargısı, alt yargısı, kendinden şüphesi, aşağılık ve üstünlük kompleksi yoktur. Yalnızca var olduğu için vardır. Doğanın her yaratığına yaşam hakkının tanındığı bu kıyı, ‘’doğanın içinde eriyip, onlardan biri olmakla yetinebilen alçak gönüllülerin’’ ülkesidir.. .
Bu sokak ve bu apartman, ‘’Yalıda Sabah’’ öyküsüyle edebiyat tarihine geçti . Belki de bu nedenle orada bir Haldun Taner büstü var. Kendisi de artık, ‘’doğanın içinde eriyip’’ onunla bütünleşmiş olarak, sadece yazdığı öykülerde yaşıyor…
Demet Tamer