Araştırmacı Çevre Yazarı Türksen Başer Kafaoğlu
Öğretmenlerimiz, bilgilendiren, sevgi ve özenle öğrencilerini kucaklayan hatta onların, sonraki yaşamlarına da dokunacak öğretilerle, kişilik oluşumlarında iz bırakan değerlerimizdir. Anne babalara bebek beklerken doktorların ‘’huzurlu olun ki, bebeğiniz de huzurlu olsun diye’’ önerdiği gibi: okul süreçlerinde de, huzurlu öğretmenlerle de, ancak huzurlu öğrenciler yetiştirilebilir, diyelim. Ana kucağından çıkıp da okul ortamına giren bir yavru: önceden güven duyduğu anne ve babası dışında, yaşamının bir parçası olarak gördüğü öğretmenini sevip, örnek alabiliyorsa, nasıl unutabilir?
Çoğumuzun öğrenim yıllarından, aklında yer eden öğretmenleriyle ilgili pek çok anısı vardır. Ben de, birkaç örnekle, duygu ve düşüncelerimi okurlarımla paylaşırken: 1944 Yılında, yaşım tutmadığı için ilk okula kayıtsız devam ettiğimde, ilk okul öğretmenime karşı, kendimi çok yakın hissettiğimi; onun melek yüzünü, parıldayan uzun dalgalı saçlarını, sürdüğü özgün parfüm kokusunu, hiç unutamadığımı, söylemeliyim. O güzel değer, sadece benim değil her birimizin ufacık yüreğine öyle bir sevgi yerleştirmişti ki, bir gün sınıfa girip bizden ayrılacağını söylediğinde, hepimizin, tahta sıralara kapanıp ’’öğretmenim ne olur bizi bırakmayın’’ diye yüksek sesle hüngür hüngür ağladığını anımsıyorum. Dersi sevdirmek de bir yeti olsa gerek.
Orta okulu bitirene dek, matematiği sevmez, kırık notlar alırdım. Bu durumla lisede nasıl baş edebilirim diye düşünüp durdum ama öyle olmadı. Sınıfımıza cebir geometri öğretmeye gelen Mükerrem Süel: güler yüzlü, esprili, sevecen, cana yakın bir arkadaşımız gibiydi. İlk öğrencileriydik ve kendisini tanıdıkça da, bu dersten keyif alır olmuştuk.
Daha eski dönemlere de yolculuk ettiğimizde aktarılanlardan: öğretmenlerin saygın ve öğrencilerin de üst seviyede bilgili olduklarını, rahatlıkla görebiliyoruz. Kaliteli bir eğitim düzeyine ulaşmak: Atamızın, Baş Öğretmenliği ile başlatılan, reformist eğitim ve öğretim anlayışının bir sonucuydu. Uzun süre bu sistem, arada yasal değişiklikler de olsa, yürütülmeye çalışıldı. Aslında, böyle bir günün önemi sadece 24 Kasım’da değil, her süreçte izlenmeli ve gerekenler yerine getirilmeli. Daha sonraki yıllarda özellikle gençleri zorlayacak ‘’keşke’’ler olmamalı.
1943 – 1046 Yıllarını kapsayan dönemde, işlevsel olup sonradan tırpanlanan Köy Enstitüleri hiç aklımızdan çıkmıyor. Ülkeye olan katkılara; yetiştirilen dik duruşlu öğrencilere özetle: söz konusu öğretim sistemine hayranlık duymamak olası değil. Bu işin mimarlarından başta Hasan Ali Yücel ve Tonguç olmak üzere; ülkemizin eğitimci temel taşları olan: Mahmut Makal’a, Mehmet Başaran’a, Pakize Türkoğlu’na, Ziya Bahadınlı’ya, Behsat Ay’a ve ismini sayamadığım o dönemlerin daha nice güzel insanlarına, böyle bir günde saygılar olsun.
1993 Yılında, S.O.S Çevre Gönüllüleri Platformu tarafından, ülkenin dört bir yanından, hayatta kalan yaklaşık Elli Köy Enstitülü değere ulaşılıp, Caddebostan Kültür Merkezinde düzenlenen bir panelde, buluşmaları sağlanmıştı. Karşılaşma anları görülmeye, anıları dinlemeye değerdi. eski günleri yeniden yaşadıklarını yansıtan duygusallıklarına tanık olup, biz de göz yaşlarımızı tutamadık. Dev yüreklilerin sunumlarını tek tek dinlerken, ah neden kapatıldı? diye, sorgulamadan da edememiştik her zaman olduğu gibi. Eğitim anlayışına: son süreçlerden geriye dönük bakıldığında ve tanık olunanlar dinlendiğinde, aradaki fark hemen görülebilir. Örneğin, 1928 Doğumlu eşim, Yozgat Lisesindeki her biri ayrı değer olan öğretmenlerinden söz derken gözleri dolardı. O tarihlerde bulunduğu ilin en güvenilir ve saygın dört kişisinden birinin, okul müdürü olduğunu söyler; üretkenliği, geniş düşünmeyi, hayal kurmayı, dürüstlüğü, fedakarlığı, sevgiyi onlardan öğrendik, derdi. Dönem arkadaşlarından bazılarını tanıma şansım olduğunda, gerçekten de onların, kültürlü geniş düşünebilen ayrı birer değer olduklarına tanık olmuştum, her süreçte özlenen budur.