Türksen BAŞER KAFAOĞLU / BELLEK – KADIKÖY
Dünya tohumculuğunu elinde tutan 6 şirketin pazarları hazır. Onlar, Dünya Tohumculuk Yasasının. 8.Maddesiyle, tekellerine aldıkları üreticileri, rahatlıkla denetleyebiliyorlar. Aynı yasayla, anlaşmazlık halinde, Birlik Hakem Kurulu devreye giriyor ama buradaki üyelerin çoğu, sözü edilen egemen firmalardan oluştuğu için, ne derlerse o oluyor. Dışa bağımlılık, elini verip kolunu kaptırma gibi bir şey. En doğrusu doğayı bozmadan geleneksel doğal üretim. Ülke genelinde bu hususta son derece şanslıyız. Doğa, yıllarca katletmemize rağmen hala üretmekte direniyor sanki. Bölgelerimizdeki farklı farklı doğal koşullara göre, endemik, yani o yöreye özgü doğal bitki ve çiçek türlerimiz var. Pek çoğuna rastlarız ama adını bile bilmeyiz. Oysa dünya bu konuda önemli araştırmalar, koleksiyonlar, üretimler ve desteklemeler yapıyor. Türler, hangi coğrafi alanda olursa olsunlar dünya miraslarıdırlar. Kök verebildikleri ülkelerce de önemli ve kıymetleri bilinesi nimetlerdir. Çoğu doğal ve özgün bitki türü için şiirler öyküler yazılmıştır. Örneğin, Havai’deki ekmek ağacı {hayat ağacı} adını verdikleri kalın gövdeli, iri yeşil ve parlak kalın yapraklı, meyvesi 2 kilo ağırlığındaki, sonsuza dek insanoğlunun besin kaynağı olarak bilinen bir ağaç. Onlar için kutsal sayılan bu nimet üzerine öyküler, şiirler tiyatrolar folklorlar, şarkılar yazılıp, özel günler düzenleniyor ve turistlere tanıtılıyor, sakın gülmeyin, birileri tarafından yok edilen ama toplumumuz için son derece değerli zeytin ağaçlarımız misali.
Benim bulunduğum coğrafyada, meşe palamutları var. Eskiden boya sanayiinde değerlendirilirmiş, ama şimdi kuş ve sincaplardan başka ilgilenen yok.
Mayıs ayında kendiliğinden çiğdemler açar sarı sarı, türü tükenmekte olan ve dünyaca aranan mor renkli salep soğanı çiçekleri, az da olsa hala var. Dayanılmaz güzel kokusu ve bembeyaz zarif görünüşüyle çöl zambağı da, kırsalımızın ekosistemini seven soğanlı bir çiçek ama kimsenin umurunda değil. Ülkemizin her karış toprağında, Karadeniz’de, Akdeniz’de, İç Anadolu’da Doğu Anadolu’da Marmara ve Ege’de, aslında ilgi, araştırma ve proje bekleyen milyonlarca böyle servet yatıyor. Doğal ortamlar bozuldukça ne yazık ki bu değerlerin de nesli, her geçen yıl tükeniyor.
Eşim anlatırdı, çocukluğunda Yozgat’taki mahalle arkadaşlarıyla, ilk açan çiğdemleri toplayıp onunla pilav pişirir, yerken de hep bir ağızdan çiğdem kutlama şarkılarını söylerlermiş, anlatırken heyecanlanır, gözleri, parlardı. Ne güzel bir doğa insan ilişkisidir bu o yaşlarda. Keşke her yerde böylesi kültürel, geleneksel paylaşımlar olsa da, çocuklarımız sahip oldukları güzelliklerin farkına ve tadına vararak büyüseler, örneğin, hiç görmedikleri belki ileride de göremeyecekleri ineklerin rengini, çikolata paketleri üzerindeki mor renkle anımsamasalar. Çoğu doğayı ve hayvanları sevenler, insanları da seviyor. Böylesi eğitim tarzı, barış ve yardımlaşma yolunu da aralar, diye düşünüyorum.
Bu yönde yer yüzünde, ülkeler arası çalışmalar yapılmış ve sözleşmeler imzalanmış, özellikli yerler sit alanı olarak koruma projeleriyle yönlendirilmişse de, örneğin, 1972 de Paris Anlaşması {Doğal ve Kültürel Mirasların Korunması}, 1979 da Avrupa Yaban Hayatı ve Yaşam Alanlarını Koruma Sözleşmesi ve 2016 da UNESCO tarafından düzenlenen 165 Ülkenin yer aldığı Dünya Mirasları Listeleri vb. gibi, pek çok ortak karar ve imzalar, hiçe sayılmakta. Kıyılarla, sit alanlarıyla, orman alanlarıyla ve zeytinliklerle ilgili yasal değişiklikler, uluslar arası taraf olunan sözleşmeleri, ezip geçivermiş. Ama eldeki değerleri kaybettikten sonra dövünmenin kimselere yararı olmaz.
Türksen Başer Kafaoğlu